
Mustafa Kemal’in istemiyle, Kur’anı sıra ile dolaştırmaya başladı. Hafızlara birer birer okutuyordu. Solunda Hafız Kemal, sağında ben vardım. Hepsi okuduktan sonra, sıra bana geldi. Hiç unutmam, Kur’anı ötekilere verdiği gibi kapalı değil, açmış, önceden işaret ettiği anlaşılan sayfanın alt kısmını göstererek:
“Bu işaret ettiğim ayeti okuyacaksın” diye vermişti. Baktım, Nisa suresinin 27nci ayeti. Okumaya başladım:
“Validelerinizi, kızlarınızı, hemşerilerinizi ve birader veya hemşirelerinizin kızlarını, sütninelerinizi, sütkız kardeşinizi, kadınlarınızın validelerini, nikâhınız altında bulunmuş kadınların vasiliği size verilmiş kızlarını nikâhla almak size haramdır. Yalnız birlikte yatmadığınız kadınların kızlarını almakta hiçbir günah yoktur. Kendi oğullarınızın eşlerini ve iki kız kardeşi nikâh etmeyiniz. Lâkin bir oldubittiye gelmiş ise, Allah gafur ve rahimdir.”
Atatürk, bu son cümleye:
“Bu saçmalıktır… Böyle şey olmaz diye, hiddetle itiraz etti. Haklı idi. Ben de okurken bunda bir yanlışlık olduğunu hissetmiş, fakat kitaba göre harfi harfine okumak mecburiyetinde kalmıştım.”
“Paşam, bu tercüme yanlıştır, Kur’an böyle değildir” dedim.
“İspat et, yanlış olduğunu” dedi. Cevap verdim:
“Kur’andaki aslı: iki kız kardeşle evlenmek haramdır.
“Yaa” diye hayretle yüzüme bakışından da belli idi ki, Atatürk bu tercümenin sakat olduğunu bilmiyordu. Bunun üzerine; bu yanlışlığın sebebinin, bu tercümenin Kur’anın aslından değil, Fransızcasından tercüme edilmiş olduğu anlaşıldı ve yarım saat bu tercüme yanlışlığını tartıştık. Fakat okuyuşumu beğenmişti.
Ertesi akşam yalnız beni çağırdı. Yanında İsmet Paşa’dan başka kimse yoktu. Beni, yine ortalarına oturttular. Atatürk:
“Dün akşam söylediğini, tekrar et” buyurdu. Yanlışlık meselesini anlattım. Arkamı sıvayarak; “Aferin… Gerçekten hafızmışsın” diye iltifatta bulundu. Meğer Kur’anın aslı ile diğer kitapları tetkik ederek, karşılaştırmış, yanlışlığı o da tespit etmiş.
“Bu tercümeyi bırakalım. Mehmet Akif‘in tercümesini alalım” diyordu amma, bütün aramalara rağmen, Akif’in Mısır’da bulunan tercümesi bir türlü ele geçirilemedi. Bir müddet sonra, Mısır’a gittiğim zaman, Akif’in de, herhangi bir yanlışlığa düşmek ihtimalini düşünerek, tercümesini yakmış olduğunu öğrendim.
Türkçe Kur’anın, anlattığım bu tercümesinden sonra, Fatih Camii’nde, ilk defa Türkçe Kur’an okudum. Bundan sonra, Türkçe hutbeye sıra gelmişti.
Atatürk:
“Haydi bakalım… Türkçe hutbeyi de Süleymaniye Camii’nde oku! Amma, okuyacağını evvelâ düzenle, bir göreyim” dedi. Yazdım, verdim. Beğendi. Fakat:
“Paşam, bende hitabet yeteneği yok, bu başka iş, hafızlığa benzemez” dedim.
“Zararı yok, bir tecrübe edelim” buyurdu. Bunun üzerine tekrar sordum:
“Minbere çıkarken sarık saracak mıyım?”
“Hayır, sarığı bırak… Benim gibi, baş açık ve fraklı.”
Ne diyeyim, devrim yapılıyor, peki, dedim.
Sokakta dini kıyafetle gezenlere, bir örnek olsun…
Ahmet Gürel
Çok yazık.